Ceza avukatları, hukukun önemli bir dalı olan ceza hukukuyla ilgilenen ve suç işlemekle suçlanan kişilere hukuki temsil ve savunma sağlayan profesyonellerdir. Onların rolü, adaletin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Ceza davalarında, suçlanan kişilerin haklarını korumak ve adil bir yargılama sürecini temin etmek için çalışırlar.
Türk Ceza Hukuku, toplumda düzeni sağlamak, suç işlenmesini engellemek ve suçluları cezalandırmak amacıyla oluşturulan hukuki bir yapıdır. Ceza hukuku sözlük anlamı olarak suç ve ceza kavramlarını inceleyen kamu hukuku bölümüdür. Ceza hukuku, genel ve özel ceza hukuku olarak ikiye ayrılmaktadır. Genel ceza hukuku konu olarak; suçların maddi ve manevi unsurlarını, ceza hukukunun genel ilkelerini, ceza kavramının tanımını, suçların hukuka uygunluk nedenlerini inceler ve teorilerin aydınlığa kavuşmasını sağlar. Özel Ceza Hukuku ise konu olarak kanunlarda belirtilen suçların ve suç fiillerinin neler olduğunu belirtip; suç eylemlerinin yaptırımlarını açıklar. Ceza avukatının çalışmaları ceza hukuku ile yakından ilişkilidir.
Türk Ceza Kanunu (TCK), suçları ve bu suçların cezalarını belirleyen temel yasalardan biridir. Ceza hukuku, suç işlenmesi durumunda devreye girer ve suçluların yargılanmasını, cezalandırılmasını veya rehabilite edilmesini sağlar. Ceza avukatları, müvekkillerini suçlamalara karşı savunurken, suçlamanın doğruluğunu sorgular, hukuki savunma stratejileri geliştirir ve adil bir yargılama sürecini temin etmeye çalışırlar. Türk Ceza Hukuku'nun amacı, suçluları cezalandırmakla birlikte, aynı zamanda adil bir süreç sağlamak ve suç işleyen kişilerin haklarını korumaktır. Ceza avukatları, bu hukuki yapı içerisinde müvekkillerinin haklarını en iyi şekilde savunarak, hukukun üstünlüğünü ve adaletin tesisi için çalışırlar.
Ceza avukatları, hukukun önemli bir dalı olan ceza hukukuyla ilgilenen ve suç işlemekle suçlanan kişilere hukuki temsil ve savunma sağlayan profesyonellerdir. Onların rolü, adaletin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Ceza davalarında, suçlanan kişilerin haklarını korumak ve adil bir yargılama sürecini temin etmek için çalışırlar.
Çağdaş ceza hukukunun ve bunun ifadesini oluşturan ceza kanununun amacı; hukuk devleti, kusur ve hümanizm gibi evrensel ilkelere dayalı olarak, insan onurunu, bireyin hak ve özgürlüklerini korumak, suçluyu sosyalleştirip tekrar topluma kazandırmak ve aynı zamanda bireyi ve toplumu suça karşı korumaktır.
Ceza avukatları, hukukun önemli bir parçası olup, adil yargılama süreçlerinin sağlanmasında kilit bir rol oynamaktadırlar. Tarihsel süreçten günümüze, adaletin simgesi olarak varlıklarını sürdürmekte ve hukukun teminatı olmaya devam etmektedirler. Ceza avukatları, hukukun önemli bir alanı olan ceza hukukuyla ilgilenen ve suçlanan kişilere hukuki temsil ve savunma sağlayan profesyonellerdir. Tarihsel olarak, ceza avukatları adaletin sembolü olmuş, hukuki savunuculukları ile adil yargılama süreçlerinin koruyucusu olmuşlardır. Ceza avukatlığı, tarihsel olarak hukuk sistemlerinin gelişimiyle birlikte şekillenmiştir
Ceza avukatlarının tarihi, hukukun evrimiyle iç içe geçmiştir. Antik Roma'dan günümüze, ceza avukatları hukuki süreçlerde bireylerin haklarını korumak ve adil bir yargılama temin etmek için var olmuşlardır. Roma hukukunda, avukatlar, yasaların adaletle uygulanmasını sağlayan temel unsurlardan biri olarak kabul edilmiştir. Avukatlık mesleği, İngiltere'nin Orta Çağ'ından günümüze uzanan bir tarihe sahiptir. Bu süreçte avukatlar, hukuki bilgi ve uzmanlıkla donanmış, adaletin teminatı olarak görülmüş ve hukuki süreçlerin adil işlemesini sağlamışlardır.
Ceza avukatları, çeşitli suçlarla ilgili olarak müvekkillerine hukuki danışmanlık sunabilir, savunma stratejileri geliştirebilir ve mahkemelerde müvekkillerini temsil edebilirler. Suçlamaların ciddiyetine ve türüne bağlı olarak, ceza avukatları, müvekkillerini savunmak ve haklarını korumak için gerekli hukuki süreçleri takip ederler.
Ceza Avukatı Hukuki Temsil: Ceza avukatları, müvekkillerini yasal süreç boyunca temsil ederler. Savunma stratejileri geliştirir, kanıtları toplar, hukuki belgeleri hazırlar ve müvekkillerini mahkemede savunurlar.
Ceza Avukatının Müvekkil Danışmanlığı: Suçlamalarla karşı karşıya kalan bireyleri bilgilendirir ve hukuki süreç hakkında rehberlik ederler. Müvekkillerine hakları konusunda danışmanlık yapar, yasal seçenekleri açıklar ve davalarıyla ilgili beklentileri konusunda bilgilendirirler.
Ceza Avukatının Mahkeme Savunması: Mahkeme duruşmalarında müvekkillerini temsil eder ve savunma stratejilerini uygularlar. Delilleri sunar, tanıkları sorgular ve müvekkillerini en iyi şekilde savunarak adil bir yargılama sürecine katkıda bulunurlar.
Ceza Avukatı Tarafından Uyuşmazlık Çözümü: Bazı durumlarda, ceza davaları anlaşma yoluna gidebilir. Ceza avukatları, müvekkilleri adına savcılarla veya yetkili makamlarla müzakere edebilir ve uzlaşma sağlamak için çalışabilirler.
Ceza avukatları, müvekkillerini yasal süreçlerde temsil eder, savunma stratejileri geliştirir ve adil bir yargılama sürecini sağlamak için çalışırlar. Bunun yanı sıra, hukuki danışmanlık yapar, müvekkillerinin haklarını korur ve adil bir hukuki süreçte destek olurlar. Bu doğrultuda, ceza avukatları tarihsel olarak adaletin koruyucuları olmuş, özgürlük ve haklar için mücadele etmiş ve hukukun adil işlemesine katkıda bulunmuşlardır.
Ceza avukatlarının görevlerine bakıldığında, adil yargılanma hakkını savunmak, müvekkillerinin haklarını korumak ve yasal süreç boyunca adaleti sağlamakla ilgilidir. Bu profesyonellerin etik ve yasal sorumlulukları, müvekkillerine dürüst ve adil bir hukuki temsil sağlamak ve yasalara uygun bir şekilde davranmaktır. Ceza avukatları, adil bir yargılama sürecini desteklerken aynı zamanda hukuki sistemin işleyişine de katkıda bulunurlar. Adaletin sağlanması için suçlanan bireylerin haklarını korumak ve adil bir şekilde temsil etmek, ceza avukatlarının önde gelen sorumlulukları arasındadır. Bu doğrultuda, ceza avukatlarının rolleri, hukuki adaletin sağlanması için temel bir unsur olarak görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi” başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrasındaki; “Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.” biçimindeki hüküm ile de işlenen fiil ile hükmolunan ceza ve güvenlik tedbirleri arasında “orantı” bulunması gerektiği vurgulanmıştır. Kanun koyucu, cezaların kişiselleştirilmesinin sağlanması bakımından hâkime, olayın özelliği ve işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı bir şekilde gerekçesini göstererek iki sınır arasında temel cezayı belirleme yetki ve görevi yüklemiştir. Hâkimin temel cezayı belirlerken dayandığı gerekçe, TCK’nın 61. maddesinin 1. fıkrasına uygun olarak, suçun işleniş biçimi, işlenmesinde kullanılan araçlar, işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığı, failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığı, failin güttüğü amaç ve saiki ile ilgili, dosyaya yansıyan bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde kanuni ve yeterli olmalıdır. Türk Ceza Kanunu'nda suçlar için çoğunlukla sabit cezalar öngörülmemiş, alt ve üst sınırlar gösterilerek, bu sınırlar arasından hâkime temel cezayı belirleme yetkisi verilmiştir. Basamaklı ceza öngören suçlarda, iki sınır arasında cezayı belirleme konusundaki takdir yetkisi her somut olayın özelliğine göre kanunun genel amacı ve felsefesi gözetilerek 5237 sayılı TCK'nın 61. maddesinde sıralanan ölçütlere göre kullanılır:
TCK'nın 61. maddesinin birinci fıkrasında;
“(1) Hâkim, somut olayda;
a) Suçun işleniş biçimini,
b) Suçun işlenmesinde kullanılan araçları,
c) Suçun işlendiği zaman ve yeri,
d) Suçun konusunun önem ve değerini,
e) Meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını,
f) Failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığını,
g) Failin güttüğü amaç ve saiki,
Göz önünde bulundurarak, işlenen suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezayı belirler.” şeklinde düzenlenmiştir.
Ceza hukukunun temel ilkelerinden birini oluşturan suçta ve cezada kanunîlik ilkesi uyarınca, hangi fiillerin suç teşkil ettiğinin ve bu fiillere uygulanacak yaptırımların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanunda gösterilmesi gerekmektedir. Bireylerin yasak fiilleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle, temel hak ve özgürlüklerinin korunmasının güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Ceza veya güvenlik tedbiri yaptırımı uygulanabilmesi için fiili kanunun "açıkça" suç sayması gerektiğinden, suç ve cezaların şekli bakımdan kanunla düzenlenmesi yeterli olmayıp, içerik bakımından da belirli amacı gerçekleştirmeye elverişli olmaları gerekir. Ceza hukukunda "belirlilik” ilkesi olarak tanımlanan ilkeye göre, suç ve ceza içeren kanun maddesinde hangi davranışların suç oluşturduğunun açık ve anlaşılır bir biçimde tarif edilmesi, sınırlarının belli olması ve suç için uygulanacak ceza ile güvenlik tedbirlerinin gösterilmesi gerekmektedir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya, hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hem Anayasal hem de yasal düzeyde yapılan bu düzenlemelere göre suç ve cezanın kaynağı ancak kanun olabilir. Anayasa'nın 7. maddesi gereğince yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu gözetildiğinde, kanunda suç olarak düzenlenmemiş fiillerin, kanunla suç olarak düzenlenmiş fiillerle benzerliği dolayısıyla ve kıyas yoluyla suç sayılıp yaptırıma bağlanması kabul edilemez. Çünkü kıyas bu yönüyle kanunilik ilkesinin ihlalidir. Kanunda düzenlenen belli bir duruma benzeyen bir durum sonuçta kanunda düzenlenmemiş demektir. Bir yargısal faaliyet şeklinde ortaya çıkan kıyas bir yasama faaliyeti olan kanunun tekelciliğini bu bakımdan ihlal etmektedir.
Ceza Hukukunun temel ilkelerinden biri de 'kusursuz suç ve ceza olmaz' şeklinde ifade edilen 'kusurluluk' tur. Kişinin kusurlu sayılamayacağı bir fiilde, 'suçun manevi unsuru' mevcut olmayacağından suç da oluşmayacaktır. Kusurluluk kast ve taksir şeklinde ortaya çıkar. Bu esasa uygun olarak 765 sayılı Yasadakinin aksine 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 21. maddesinde kast açıkça 'suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi' şeklinde tarif edilmiştir. Suçun kanuni tanımındaki maddî unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir. Bu unsurlara ilişkin bilgisizlik, eksik veya yanlış bilgi sahibi olunması durumu ise, maddî unsurlarda hata olarak adlandırılır. Böyle bir hata kastın varlığına engel olur. Örneğin, kişi vestiyerden kendisininki zannederek başkasının paltosunu alır. Keza, kişi gece karanlığında vahşi bir hayvan zannıyla hareketli bir cisme ateş eder. Ancak, gerçekte bu hareket eden cisim bir insandır ve dolayısıyla; bu insan ölür veya yaralanır.
Örnek olarak verilen bu olaylarda failin bilgisi gerçeğe uysaydı; işlediği fiil haksızlık teşkil etmeyecekti. Bu nedenle hata hâlinde kasten işlenmiş bir suçtan söz etmek mümkün değildir. Fıkrada ayrıca, maddî unsurlarda hata hâlinde, taksirle sorumluluğa ilişkin hükme yer verilmiştir. Buna göre, meydana gelen neticeye ilişkin olarak gerekli dikkat ve özen gösterilmiş olsaydı böyle bir netice ile karşılaşılmazdı şeklinde bir yargıya ulaşılabiliyorsa; taksirle işlenmiş bir suç söz konusu olur. Ancak bu durumda neticenin taksirle gerçekleştirilmesinin kanunda suç olarak tanımlanmış olması gerekir. Bu nedenle, kendisinin sanarak başkasının çantasını alan kişinin yanılgısında taksirin varlığı kabul edilse bile; kanunda hırsızlık fiilinin ancak yararlanma kasdıyla işlenebileceği belirtildiği için; böyle bir olay dolayısıyla ceza sorumluluğu doğmayacaktır. Buna karşılık, av hayvanı zannederek gerçekte bir insana ateş edip onun ölümüne neden olan kişinin bu hatasında taksiri varsa, adam öldürme kanunda taksirle işlenen bir suç olarak da tanımlandığı için, böyle bir olayda fail, taksirle adam öldürme suçundan dolayı sorumlu tutulacaktır..." açıklamalarına yer verilmiştir. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi olup, bu unsurlara ilişkin bilgisizlik, eksik ya da hatalı bilgi, maddi unsurlara ilişkin bir hatadır. Bu hatanın kastın varlığına engel olacak düzeyde bulunması halinde sanığa ceza verilmeyecektir. Suçun maddi unsurlarına ilişkin hata, eylemin suç teşkil etmesi için bulunması zorunlu hususlara ilişkin bir yanılmadır. Maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde, hata dolayısıyla taksirli sorumluluk halinin saklı olduğu belirtildiğinden taksirle de işlenebilen bir suçun maddi unsurlarında tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu hataya düşülmesi kusurluluğu ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, gerekli dikkat ve özeni göstermeden gece gördüğü karartıya av hayvanı olduğunu düşünerek ateş eden ve bir kişinin ölümüne neden olan fail, taksirle öldürmeden sorumlu olacaktır. Öğretide bu konuya ilişkin olarak; "Suçun maddi unsurlarına ilişkin hata, eylemin suç teşkil etmesi için bulunması zorunlu hususlara ilişkin bir yanılmadır.
Örneğin, arkadaşını ziyarete giden bir kimsenin, arkadaşının olduğu düşüncesiyle bir başkasının konutuna girmesi veyahut onbeş yaşını bitirmiş olan çocukla rızaen cinsel ilişkide bulunanın, mağdurun reşit olduğunu düşünerek bu eylemi gerçekleştirmesi." (Artuk/Gökcen/Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 7. Baskı, s. 522), "Failin suç tipindeki bir unsurda yanılması, bu suçun kasten işlenmesini engeller. Bu takdirde suç taksirle işlendiği takdirde cezalandırılabilen bir suç ise, sorumluluk taksirli suçtan dolayıdır." (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 12. Baskı, s. 362) şeklinde görüşlere yer verilmiştir.
Roma Hukukunda kaynağını bulan Latince “Singularia non sunt extenda” olarak ifade edilen "İstisnalar geniş yorumlanamaz” ilkesi paralelinde ceza kanunlarının veya diğer kanunların, genel kurallara istisna oluşturan hükümlerinin, öngörüldükleri süre ve olaylar dışında uygulanamayacakları kabul edilmiştir. Kıyas veya genişletici yorum yoluyla, hakkında düzenleme olmayan bir ceza hukuku konusunda kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı başta olmak üzere, kişi hak ve hürriyetlerinin aleyhine uygulama geliştirilemez.
Latince "Nullum crimen sine lege" ve "Nulla poena sine lege" olarak ifade edilen kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi hukukun egemen olduğu tüm demokratik ülkelerce kabul edilmiş ve yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu kapsamda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 38. maddesinde de "Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkûmiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur." şeklinde düzenlenen suçta ve cezada kanunilik ilkesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 7. maddesinde "Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez." şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.10.2010 tarih, 2010/8-134 esas- 2010/217 karar sayılı içtihadında; ‘Şüpheden sanık yararlanır ilkesi’ özet olarak aşağıdaki şekilde açıklanmıştır. Latince ‘in dubio pro reo’ olarak ifade edilen ve masumiyet (suçsuzluk) karinesinin bir uzantısı olan ‘şüpheden sanık yararlanır ilkesi’ ceza yargılaması hukukunun evrensel nitelikteki önemli ilkelerinden biridir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Şüpheli ve aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak hüküm tesis edilemez. Ceza mahkûmiyeti bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, teorikte olsa hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermemelidir. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermektir. Anayasanın 38/4. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2. maddelerinde düzenlenmiş bulunan suçsuzluk karinesi, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçsuz sayılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu karine uyarınca, suçsuz olduğu varsayılan kişinin suçlu kabul edilmesi için kesin hükümle mahkum olması, mahkumiyet için de fiilin ispatlanması, yani şüphenin bertaraf edilmesi gerektiğinden, şüpheden sanık yararlanır ilkesi suçsuzluk karinesinin bir uzantısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Prof. Dr. Hakan Hakeri; Şüpheden Sanığın İstifade Etmesi İlkesini; ‘Mahkeme, Muhakeme Hukuku açısından kullanılmasına izin verilen bütün delilleri dinlediği halde, maddi mesele hakkındaki şüphesini yenemezse, suç fiilini sanığın lehine olacak şekilde karara bağlar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2 maddesindeki ‘suçsuzluk karinesi’, şüpheden sanığın faydalanmasını gerektirir’ şeklinde özetledikten sonra; Şüpheden sanık yararlanır kuralının anlamını şu şekilde açıklamıştır. 'Şüpheden sanık yararlanır' ilkesi, ceza yargılaması hukukunda geçerli olan ve mevzuatımızda yazılı olarak hükme bağlanmamış bulunan bir ispat kuralıdır. Buna göre, bir suç işlediği iddiasıyla yargılanan kimse hakkında mahkûmiyet kararının verilebilmesi için, o kimsenin o suçu işlediğinin yüzde yüz oranında kesin olması, ispatlanmış bulunması gerekir. Bu noktadaki yüzde birlik şüphe dahi, sanığın beraat etmesine yol açar. Böylece masum bir kimsenin cezalandırılmasındansa, suçlu bir kimsenin serbest bırakılması daha üstün tutulmaktadır. Nitekim jüri sisteminin bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde jürinin tek görevi, sanığın suçu işleyip işlemediği konusunda, yani ispat hususunda karar vermektir. Jüri 11 üyeden oluşmaktadır ve bir kimsenin suçu işlediğine karar verilebilmesi için 11 üyeden, 11'inin de sanığın suçu işlediğine kanaat getirmesi gerekir. 10 üye sanığın suçu işlediği; ancak bir üye işlemediği yönünde oy kullandığı takdirde, sanığın beraatına karar verilir. Bu örnek, şüphenin yüzde yüz oranında yenilmemesi dolayısıyla, sanığın beraatına karar verilmesi gerektiğini göstermektedir. Yargıtayın da benzer olaylardaki pek çok kararlarında bu ilkeye gerekli önemi verdiği açıkça görülmektedir. Çeşitli kararlarda bu husus şöyle ifade edilmiştir: Ceza yargılamalarında amaç, gerçeğin hiçbir şüpheye yer bırakılmaksızın ortaya çıkarılmasıdır; şüphenin bulunması halinde, mahkûmiyet kararı verilmesi ceza yargılaması hukukunun genel ilkelerine aykırıdır; şüpheden sanığın yararlanacağı evrensel bir ceza yargılaması hukuku ilkesidir ve varsayımlara dayanılarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza muhakemesinin en temel ilkelerinden birisi olan 'şüpheden sanık yararlanır' kuralı gereğince; somut olayımızda sanığın sahtecilik yaptığına ya da sahtecilik yapılan belgeyi bilerek kullandığına dair savunmasının aksini ispatlayacak şüpheden arındırılmış kesin kanıtların elde olunamadığı gibi hakkındaki mahkumiyet hükmü kesinleşen ...’nın suça konu senedi vekili aracılığıyla tahsil etmesi için akrabası olan sanığa verdiğini kabul etmiş olması ve akrabası adına vekili aracılığıyla suça konu senedin alacaklı hanesine kendi ismini yazarak tahsil etmek istediğini beyan eden sanığın savunmasının hayatın olağan akışına uygun olması karşısında; şüpheli durumun sanık lehine değerlendirilerek sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerekirken, tamamen faraziyelere dayanılarak mahkumiyet kararı verilmesi suretiyle eylemin sübutu konusunda en küçük bir şüpheyi dahi sanık lehine yorumlayan ve zaman içerisinde istikrar kazanarak yerleşik uygulamaya dönüşen içtihatlar ile kanaatimizce çelişkiye düşülmüştür.